Aralık 30, 2010

2008 25 Kasım'ı için:

25 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde üç kızkardeşe ait üç kadın cesedi bir uçurumun dibinde bulunur. Patria, Minerva ve Maria Teresa Mirabel, Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele ettikleri için tecavüze uğrayarak katledilmiş olan “üç kelebek”tir. Devlet terörünün çoğu örneğinde olduğu gibi ilk önce reddedilerek trafik kazası yalanı uydurulsa da ölüm nedenleri daha sonra açığa çıkar. Kelebeklerin ölüm yıldönümü 1981’de Latin Amerika Kadın Kurultayı’nda, daha sonra bütün dünyada Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü olarak kabul edilir. 25 Kasım böylece toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, ayrımcılığın, toplumsal, bireysel ya da aile içi, sözel, duygusal ya da fiziksel her türlü şiddettin; savaşın, militarizmin, ırkçılığın ve milliyetçiliğin, faşizmin karşısında yüzyıllardır baskısı altında yaşadığı ataerkil sistemin yarattığı ortak bilinçle kadın dayanışmasının sesini daha çok yükselttiği gün olur.

Şiddet konusunda sözde toplumsal bir karşı mutabakat vardır ama tanımlamalarımız, ayıplamalarımız öylesine ikiyüzlüdür ki. İkiyüzlüdür, çünkü “öteki” tanımına uyana şiddet uygulanabilir, mubahtır. Öteki için bir cezalandırma yöntemi olarak kabul görür ve uygulanır. Sindirilmek istenenin verdiği tepki lânetlenebilir, kötülenebilir, ayıplanabilir. Sanki gücü elinde bulunduranın her hakkı vardır, bazen açık açık kabul edilir hatta alkışlanır, bazen üstü kapalı bırakılıp göz ardı edilir, ama bu hak tanınmıştır bir kere. Terör sözcüğünün kullanımını ve anlamını düşünün en basitinden. Güçsüz olan, gücü elinde bulundurmayan şiddete yöneldiğinde ayıplanacak olan odur (’kadın dırdırı’ tanıdık geldi mi?). Nasıl olursa olur (ki gayet açıktır aslında nasıl olduğu; halk devletin değil devlet halkın sahibidir) 2007-2008 1 Mayıslarında olduğu gibi “orantılı-orantısız” güç/şiddet kullanımı literatürümüze en büyük güç odağı olan devletin “güvenlik” birimleri tarafından pervasızca yerleştirilir. Binlerce kadın tecavüze uğrarken, öldürülürken hayatını dünya barışına adamış batılı bir kadının cahil hoyrat bir erkek tarafından vahşice tecavüz edilerek öldürülmesi “çok ayıp oldu dışarıya karşı vah vah” diye karşılanır. Sorun ölen kadının acısı değildir de imaj ve birilerine ayıp etme sorunudur, birilerinin malına yan gözle bakma halidir. “Öteki olmak” ya da “birilerinin mülkü olmak” şiddetin kabul edilebilir kılınmasını sağlayan iki temel mekanizma olur ve böylece toplumsal ikiyüzlülüğümüzü göz ardı ederek yaşayıp gitmemizi sağlar. 1929 Ekonomik Krizi’yle karşılaştırılan, fillerin tepişmesinde ezilen biz çimenlere yeni bir dünya savaşı düşecek mi yoksa çok bol sıfırlı sermayeleri paylaştıranlar çepeçevre dört bir yanımızda yıllardır süren savaşları mı körükleyecekler diye beklerken; 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü’nün altını daha kalın bir şekilde çizmek gerekiyor. Çünkü gücü (erki) elinde bulunduranın şiddet uygulamasını toplumsal olarak kabul ettiğimiz sürece; bütün pervasız tanımla(mala)ra da, cilâsı ‘demokrasi getirmek’ olan işgallere de, milliyetçilik soslu savaşlara da verdiğimiz tepki temelsiz ve zayıf kalıyor.

Kişilik bozuklukları, madde bağımlılığı, kontrol kurma isteği ya da başka mazeretler, şiddetin görünür nedenleri ve bu bahaneler büyüklük ve içerik gibi değişkenler içeriyor içermesine ama; kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda kadının mülkiyet alanlarının bir parçası olarak görülmesi saldırganın gözünde çoğu zaman uygulamayı meşrulaştırıyor. Kadının söz geçirilmesi gereken, erkeğin sorumluluğunda bir “mal” olması, kadının, yaşamsal memnuniyetsizliğin yöneltileceği bir kum torbasına dönüştürülmesini, şiddete maruz kalmasını meşrulaştırıyor. Bir kere bir “şey” sizin mülkiyetinize girdiyse onun bütün kullanım hakları sizin tasarrufunuzdadır; kırarsınız, bozarsınız, iyi bakarsınız, kötü bakarsınız... Paylaşım hakları da sizdedir, satarsınız, korursunuz, başkalarına gösterirsiniz, göstermez kendinize saklarsınız... Di’mi ya! Böylece ”Kadın olmasan ben sana yapacağımı bilirdim” diyen zihniyet, içi gayet rahat bir şekilde, söz konusu kendi mülkiyetinde olan kızıysa, dizini dövmektense mülkü dövmeyi önerebiliyor. Aynı yaklaşımla düşmanının kadınlarına, sahipsiz olduğunu düşündüğü bir yabancıya, bir “öteki”ne, düşmanının malına zarar veren bir yağmacının mantığıyla tecavüz edebiliyor. Erkin sahipleri, kullanıma zaten açık olduğunu düşünerek seks işçisine tecavüze ceza indirimini kolayca tartışabiliyor. Bekâret belâsı çoğu zaman ölümüne bile yol açıyor kadının, ki öylesine bir kavram ki bu, ürünlere yerleştirilen “ilk kullanan siz olun” damgalı güvenlik bantlarına dönüşüyor; defolu ürünlerin (kadın ya da çocuk) katli/itlafı vacip olabiliyor. “Bir malın kendi üzerinde bir tasarrufu olmaz, olamaz!” kabulüyle, evlilik içi tecavüzler de olağan kılınıyor, kolayca en “doğal” hakka dönüşüyor. Sahip olunma nedenlerini lâyıkıyla yerine getirmekle yükümlüyse mal dediğimiz şey; yaptığı yemeği beğenmediğin karını, toplumsal yaşamda davranışlarıyla seni iyi temsil etmediğini düşündüğün kızını, ya da dırdır ederek başını ağrıtmasından şikâyet ettiğin sevgilini aşağılayabilir, hatta dövebilirsin. Ataerkil düşünce sistematiği kendini en net şekliyle atasözlerinde ifade eder ve şöyle buyurur: karının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!

İkiyüzlülüğümüz öylesine cüretkârlaşabiliyor ki ister sözel ister fiziksel şiddet olsun yarattığı köşeye sıkışmışlık hissi, aşağılanma, karşılık verememenin, güçsüz kalmanın yarattığı yetersizlik duygusu, hak etmiş olabileceği yanılgısıyla kendi kişilik haklarından feragat ederek kişisel bütünlüğüne sürekli saldırmaya başlaması, göreceği bütün diğer zararların yanında mağdurun yanına kâr kalıyor. Cinayetse, uyumsuzların/defolu malların itlâfı, gerçek bir toplumsal sorumluluk projesi oluyor bu durumda. Tecavüz, hakkını almaktı zaten, sahibi olmayan tarlayı sürmek bir nevi, yoksa göz hakkı mı demeli? Ataerkillik öylesine işlemiş ki toplumsal bilincimize ne mağdurun ya da saldırganın sosyoekonomik düzeyine bakıyor ne de yaşadığı coğrafyaya. Elbette bazı sistemlerin yarattığı kılıf [mülkiyeti yücelten, ötekileştirmeyi arttıran faşist, feodal ya da kapitalist sistemler gibi (ari olmayan ırkların kullanım hakkı, köylülerin kullanım hakkı, işçilerin kullanım hakkı ama illa ki birilerinin kullanım hakkı)] saldırganlığın geçerlilik algısını, sıklığını ve mağdurun elinin kolunun bağlanmasını daha da arttırıyor. Ama asıl tartışılması gereken sistem değil, mülkiyet ve hakim olan güç kavramıdır. Söz konusu kadına yönelik şiddet olduğunda, ideolojiler üstü patriarka ya da ataerki (hangisini isterseniz kullanın) dışında bir temel aramaya gerek yok. Sonunda cilalı ve kapalı yollardan ya da doğrudan ve pervasızca geçerli kılınan şiddet oluyor. Ataerkillik ve kadına yönelik şiddet; kadını metalaştıran, kadının üzerindeki bilinçli ya da bilinçsiz mülkiyet hakkını ya da erkin erkekte olduğunu, erkeğin üstün olduğunu baştan kabul eden anlayış; üzerinden düşünülmediğinde, aşağı, yetersiz, sorunlu görülen “ötekilerin” içinde bulunduğu kültürden kaynaklanan münferit bir dertmiş gibi algılanıyor. Böylesi bir anlayış sorunu indirgiyor ve “sorumsuz” bırakıyor. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor. Aşağılanmak, ötekileştirilmek, suçlanmak istenen grupların yaratılmak istenen kötü imajları desteklenirken, çözülmesi istenen sorunun indirgenmesiyle çözümden uzaklaşılıyor. Çok yaygın bir şekilde uygulanan bu politikaların (beklenen, ikiyüzlü, bariz) sonucunda, “Aaa tecavüzcü tenor/profesör/mühendis çıktı” eşitsizliğinde tepkiler çıkıyor. Kadın arsızca bir kere daha manipülasyon malzemesi olarak kullanılmış oluyor. Bu arada şiddet bütün hızıyla ister kılık değiştirerek ister değiştirmeden devam ediyor. Kız çocukların ya da kadınların katledilmelerine, toplumsal cinsiyeti nedeniyle insanların acı çekmelerine engel olmak istiyorsak toplumsal algıyı topyekün değiştirmek gerekiyor.

Kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda ilk girişim sığınma evlerinin gerekliliği tespitinden gelişir. Mağdurun güvenliğinin sağlanması, mevcut sistemin finans pastasında (gücün kapitalist tanımı) kadınların payına düşen değerlendirildiğinde çok ama çok gereklidir. Ama tek başına yeterli midir? Güldünya’yı hastanede bulup yarım kalan işlerini tamamlamadılar mı? İşi, eğitimi çevresi olmayan kadın kocasından/babasından kaçsa nereye gider? Peki ya derdi maddi güvence ya da güvenlik olmayanlar. Özellikle eğitimli, sosyoekonomik düzeyi yüksek bir kadınsa söz konusu olan sığınma evi çözüm oluyor mu? Bazı kadınlar için maruz kaldığı şiddeti kabul etmesi, ifade etmesi, şiddetin yol açtığı kişisel saygı kaybı, yetersizlik duygusu ve toplumsal statülerinin getirdiği baskı nedeniyle çok kolay olmayabiliyor. Bir başka açıdan bakıldığında çoğu zaman tahakküm ve şiddet ilişkisi maruz kalanın saldırgandan utanması sonucunu da doğuruyor. Bir kişinin ya da grubun diğeri üzerinde(n) üstünlüğünü ispatlama etkinliği ve bunun yöntemi olarak şiddet kişiliğe doğrudan bir saldırı içeriyor. Bu yıl elit/entelektüel bir çiftin yaşadığı, kadının şiddete maruz kaldığında “güvenlik” güçlerinden yardım istemesinin yol açabileceği sorunları, bunun nasıl magazinleştirildiğini, nasıl dedikodu malzemesi yapıldığını dehşetle izlediğimiz bir olayı hep beraber medyadan takip ettik. Çok da duyarlı olan, aktivist olan insanlar bile belirgin tuzaklara yuvarlandılar. Bu olayda, dedikodunun sıcak kollarında görmezden gelinen, birçok kadının yardım isteyememe nedeni olan afişe olma korkusunun gerçekleşme nedeninin bizzat güvenlik güçleri olmasıydı. Pervasızlıkların da bir sınırı vardır! Her şiddet vak’asında olduğu gibi, karakollardan bu haberler sızmak ne kelime şarıl şarıl akar da, işkence hep yen içinde kalır nedense. Güce teslim ettiğimiz zulmetme yetkisinin sınırlarını yerel ve global toplumsal güçlerle birlikte çizeriz. Söz konusu olan saldırganı utandırmaksa/pişman etmekse, amaç onu toplumda kabul edilmez kılmak olmalıdır. Çünkü bunun açık ya da gizli olması saldırganı bağlamaz; onu var eden toplumdaki kabul görürlüğünün devam etmesidir. Saldırgan mevcut tepkilerimizle diğer potansiyel saldırganlara güzel güzel örnek olurken mağduru neler bekliyor? Şiddete maruz kalmanın yarattığı travmayla uğraşmak yeterince zorken bir de insanların bakışlarıyla, şimdiye kadar toplumsal alanda yaratmış olduğunuz kimliğin önüne geçen mağduriyet rolüyle uğraşmak durumunda kalmayı kaç kişi kaldırabilir? Birilerinin ağzına sakız olmayı, toplumsal statünüze ya da saldırganlığın içeriğine göre üçüncü sayfa ya da birinci sayfa haberi olmayı kaçınız göze alabilir? Bunu göze alamadığı için yıllarca fiziksel, sosyal, ekonomik ya da psikolojik şiddete maruz bırakılan kadınlar için ne yapmalı peki?

Peki ya kadını mülk olarak gören algının en doğal uzantısı olan modern ve geleneksel beden politikaları? Daha alâ kitlesel psikolojik örneğini zor buluruz sanırım. Kadın dediğinin albenili olmasının en olmazsa olmaz olduğu ince ince işlenmişken beyinlerimize, kadın bedeni üzerinden yaratılan politikalar fiziksel şiddetle el ele verip, hiç de azımsanamayacak oranlarda kadının ölümüne yol açıyor. Anoreksiya nevroza ve bulimia nedeniyle ölen kadınlar, estetik operasyonlar sırasında çekilen acı, alınan kilolar ya da yağ dokusunun doğal sonucu selülitlerin yarattığı güvensizlik duygusu; medyanın pompalamasıyla bedenine yabancılaşan kadınların maruz kaldığı kitlesel psikolojik şiddet gün geçtikçe daha da yoğunlaşarak hissettiriyor etkilerini. Maruz kalınan bu dolaylı şiddetin etkileri geleneksel dayak, aşağılama, öldürme, organ (burun, kulak gibi) kesme cezalarının azaldığı anlamına da gelmiyor üstelik. Kadınlar hala adı berdel olsun olmasın takas konusu yapılıyor. Birileri 14 yaşında kendinden 5 kat fazla yaşamış birinin “fiziksel ve psikolojik zarar vermemiş“ tecavüzüne maruz kalabiliyor. Evlilik yaşı 14’e indirilmeye kalkılabiliyor halâ. Kadın bedenine bakışın hastalıklılığı yüzünden, bir erkeğin mülkiyetine girmek bütün sorunlarını çözüvermiş oluyor çünkü kadının. Kadın halâ edinilen bir mülk ve erkekler halâ en iyisini istiyor ve/veya ilk kullanan olmayı. Beceriklilik, evi çekip çevirme değeri arttırıyordur belki ama eli yüzü düzgün olmalı kadın dediğin, bir içim su olmak en çok pirim yapan benzetme değil mi hala? Kız çocuklarının küçük bedenleri lolita manken diye erkeklerin beğenisine sunuluyor ve yine aynı beğeninin sahipleri damgalıyor bu çocukları. Son kullanma tarihlerine kadar kullanılıyor ve atılıyor; bir kere metalaştırdın mı iş çok kolay, çocuk yetişkin fark etmiyor. Kazandıkları para maruz kaldıkları toplumsal tacizi ve aşağılamayı göz ardı etmemiz için yeterli ya da geçerli bir neden mi? Erkekler istiyor, biz kadınlarsa hep daha fazlasını sunmak için çabalıyoruz, durmaksızın, kendimizi paralayarak...

Şehirde ya da köyde, doğuda ya da batıda, zengin ya da fakir, entelektüel ya da câhil kadına yönelik şiddet, ne statü dinliyor, ne coğrafya. Geniş bir yelpazede içeriği ve adı değişiyor sadece. Nedeni kıskançlık ya da dedikodunun alıp yürümesi olabilir. Yöntemi aile meclisi kararıyla ya da bireysel olabilir. infaz öldürülerek de olabilir, aşağılanarak da, küçük düşürülerek de... Nedenini bilmediğiniz cezânız uzun yıllar süren psikolojik bir savaşla kendinize olan güveninizi, saygınızı, umutlarınızı ve hayallerinizi kaybetmek de olabilir. Şiddete maruz kalanların, acı çekenlerin hepsinin birer insan olduğunu unutturmak istemiyorum. Çünkü rakamlarla, yüzdelerle ifade ederken, metalaştırdığımız ya da ötekileştirdiğimiz her durumda ilk unuttuğumuz karşımızdakinin insan olduğudur. Yalnızca kendi yaşamınıza bakın istiyorum. Tecavüze uğramış, şiddete, “ait” olduğu erkekler tarafından aşağılanmaya maruz kalmış kaç kadın bunu saklıyor çevrenizde? Çevrenizdeki eğitimli çiftlerin içinde kaç koca karısını dövüyor, aşağılıyor, karısına tecavüz ediyor? Kaçını biliyorsunuz ve o adamla bu şey yokmuş gibi ilişkilerinizi devam ettiriyorsunuz? Hiç mi duymadınız apartmanınızda, yaşadığınız sitede bilmem kim beyin eşine/kızına yaptıklarını, hiç mi bürodaki bilmem kimin evindeki şiddetin dedikodusunu yapmadınız? “Namus” temizleme cinayetlerini şiddetle kınıyor musunuz, kim kimi (neyi mi demeliydim) temizliyorsa? Sizce kaç kız çocuğu tacize uğruyor, çevrenizdeki ya da erişkin kadınlara sorun isterseniz kaçının böyle bir deneyimi hiç yok. Yoksa derecelendirmesi mi var şiddetin sizin için? Belli bir düzeye kadar uygulanabilir mi? Sadece dövelim, öldürmeyelim ya da kalıcı fiziksel zarar vermeyelim mi?

25 Kasımlarda kadınlar şiddete hayır derken işte bu ortak bilinçle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin; ayrımcılığın; toplumsal, bireysel ya da aile içi, sözel, duygusal ya da fiziksel her türlü şiddettin; savaşın; militarizmin; ırkçılığın ve milliyetçiliğin; faşizmin karşısında haykırıyorlar. Çünkü kadınlar “ait“ olmanın/edilmenin, şiddete maruz kalmanın, öteki olmanın acı tadını çok iyi biliyorlar. Çünkü kadınlar mülkiyet ilişkilerinin yarattığı toplumsal psikozu yakından tanıyorlar. Sanıyor musunuz pek çağdaş yaşamımızda kadınları maruz bıraktığımız beden politikalarının sonuçları, boyuna takılan halkalar, ayağı büyütmemek, küçük bırakmak için giyilen demir ayakkabılardan farklı. Recm etmiyoruz belki ama damgalamıyor muyuz yaşam tarzını, giyimini, seçimlerini, yönelimlerini sevmediğimiz/onaylamadığımız kadınları? Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının en belirgin örneğiyle, travesti ve transseksüelleri her türlü kötü muameleye lâyık gören bizler değil miyiz? Dayaklar, cinayetler, tecavüzler daha mı az bizim dünyamızda, ya da pek “muhteşem” daha batının dünyasında? Ataerkil sistemin yarattığı hastalıklı toplumsal algıların ve ilişkilerin üzerine gitmek; aynı zamanda gücün, mülkiyetin temellerinin, sonuçlarının ve paylaşımının sorgulanması demek. Ezbere tepkiler, sloganlaşmış altı boş tanımlar ve ifadeler zincirlerimizi güçlendiriyor yalnızca. Daha güzel bir dünya mümkün, ancak kendimizden başlayarak sorgulamak ve dönüştürmekle mümkün.

sanırım 2009 8 Mart'ı içindi


…………………………………………………………………….
Özel olan politiktir, nasıl giyindiğim yaşamda nerede durduğumu da gösterir bazen, ne kadar kazandığımı ya da nerede çalıştığımı da. Yaşamımızı nasıl sürdürmek istediğimizdir bizim siyasetimiz, kararlarımız ve uygulamalarımız da politikalarımız. Daha genele yayılmış politikalar uygulayabilmek için, başkaları adına düşünebilecek hale gelmek için daha çok bilmek gerekir; fiziksel gücünüzle rakibinizi fiziksel kavgalarla yenip iktidarı aldığınız bir sistem yoksa, ya da zaten iktidar kucağınıza bırakılmış şekilde doğmadıysanız.
Bu kadar erkek bir örgütte kadın olmak kadın olma halini koruyarak mühendis olmak ne demek? Özel olan politikse neredeyse bütün hayatımızı onunla geçirdiğimiz, kimliğimizi oluşturan mesleğimiz siyasetimizin neresinde? Neyse kafamızı çok karıştırmadan dönmek lazım özel olan politiktir söylemine ve politik olan hiçbir zaman diğerinden daha az ya da daha çok politik değildir unutmadan sorgulamaya başlamak lazım yol henüz çok uzamamışken.
Kadın ve ötekilik çok tartışılan ve çok konuşulan bir konu ama yalnızca bu konuda duyarlılığı olan bilinç düzeyine ulaşmış insanlar arasında. Diğerleri bunu bazen kapris, bazen yetersiz politik bilinç ya da yalnızca şımarıklık olarak değerlendirebilir. Ne olursa olsun kadınlık ya da toplumsal cinsiyete dair diğer olgular söz konusu olduğunda hangi sitemde yaşadığınızdan bağımsız olarak hakim tek bir güç var erk-eklik, öyle böyle bir erkeklik değil üstelik bu olabilecek en kötü kanun türü olan açıklarını bulmanın neredeyse imkansız olduğu evrilmeyen yalnızca devrilebilen sözlü kanunlarla tanımlanmış erkeklik söz konusu olan. İktidarın sahibi olan kendini bu kuşaktan kuşağa aktarılan bilgiyle farklı kurumlarda farklı yapılarda yeniden yeniden üreten erkelik iktidar olan ve her iktidar gibi kendi şişirilmiş gücünün baskıyla eziliyor ezildikçe daha da agresifleşiyor. Biz erkek olmayan erke olarak tanımlanmayan diğer bütün ötekilere de öteki olmanın dayanılmaz ağırlığının bilinciyle bütün sistemi alaşağı etmek düşüyor eğer biraz sorumluluk hissediyorsak.
Kadınlar okumaya başladılar tıpkı erkekler gibi, ama erkeklerden çok çok daha sonra. Okur yazarlığın ötesinde üniversite eğitimi söz ettiğimiz. Yoksa özellikle de aristokratlar ve elitler arasında elbette kadın okur yazar oranı yüksekti. Seçkin evlerin seçkin çocuklarının eğitimlerinden sorumlu annelerin okuyup yazabilmesi gerekliydi. Sonra kadınlar yazmaya başladı, Austeen, Bronteler, Woolf benim ilk aklıma gelenler. Üniversite düzeyinde eğitim içinse 20. Yüzyılın başlaması gerekti, tabii kadınlara ev içi görevlerini daha iyi yapma, daha iyi bir eş daha iyi bir anne olmayı akademik bir çerçevede öğreten okulları saymak gerekir mi emin değilim? Bilim dünyasının kadınları kabulu çok kolay olmadı, Maria Sklodowska daha bilinen haliyle, kocasının soyadıyla tanıdığımız Madam Curie’nin önündeki yol çok kolay değildi.
En temel hakkımız olan eğitimin hala biz “kızlar” için çok kolay ulaşılabilir olmadığının sanırım hepimiz farkındayız. İki kutuplu ataerkil iktidar siteminin “erkek olmayan” kutbunda olanlar yani iktidarda olmayanlar için bazen oralarda bir yerlerde ilkokulu bile okumak hayaldir. Bazen de çok yakınlarımızda matematik sevmek, fizikten anlamak nedense ayrıştırır kızları, bilgisayardan anlamak, kadına yakıştırılan görevlere yakın olmayacak teknolojileri takip ediyor olmak, ne iktidar yapar ne de hani o toplumsal olarak tanımlanmış “ikinci cinsin sınırlarında” kalabilir tam anlamıyla kadın çoğu zaman bir kere erkek işine bulaştıysa elinin hamuruyla. Aynı sınavlardan geçmiş, aynı okulları bitirmiş kadınların iş ilanlarında maruz kaldığı ayrımcılık aldığımız eğitime, yönetim erkinin sahiplerinin, patriarkal sitemin, nasıl karşılık verdiğinin en tipik göstergesi değil mi?
Baştan mı başlasak, en özel en kutsal sayılan değerli aşkımızı/aşklarımızı koysak, daha açıklayıcı olmak için Şu meşhur St Valentine gününü düşünelim en basitiyle başlayarak, ne yapmıştı da bu insan aziz olmuştu, iktidar savaşı veren pagan Roma ile hristiyanlık arasındaki iktidar savaşında insanların aşklarını yeni dinin, dolayısıyla yeni yaşam algısının ve yeni yaşamsal ritüellerin kurallarıyla kutsayarak siyasi dik bir duruş sergilemişti bütün baskılara rağmen ve mite dönüşmesi kolaydı çünkü kazanan taraftaydı. Aslında mit doğarken politikti ve aradan geçen uzun yüzyıllar sonrasında yine hakim tüketim politikalarının bir dayatması olarak çıkmıyor mu karşımıza sevgililer günü? Masum bir kutlama, aşkını onama hali ne kadar kişiye/kişilere özel ne kadar sistemin dışında? Sistemin özel hayatımıza nasıl dahil olduğu bu kadar alenen nasıl gösterir kendini?
Ama yetmiyorsa politikanın hırçın sularında yelken bezi olarak kullanılan başka bir kumaşı hatırlatsam, türban deriz, başörtüsü deriz desem, kadın desem. Dünyaya hakim olan ikili iktidar sisteminde mevcut ekonomik sistem değişiklik gösterse de ataerkil sistem değişmediği için politik iktidarlar da erkeklerin elinde oldu hep. Kadınlara ise iktidarın kullanım alanında kalmak ve hak talep etmek düştü. Bazen özgürlük diye onları köşeye sıkıştıran yollara saptılar bazen gerçekten dünyalar kadar yol gittiler ama değişmeyen şey, ne giydiğimizden tutun da nasıl yaşadığımıza kadar yaptığımız her uygulama zaten özel olan ve özel alana dair kabul edilen kadın/erkek ilişkisinin aslında bir erk ve erke tabii olan ya da tabii olması gerektiği kabul edilen nesne/kişinin ya da kişilerin ilişkisi olması nedeniyle politiktir. “Özel alan/olan politiktir” derken 60’larda feministlerin çıkışı bunun üzerindendi biraz da eğer iktidarınızın öğelerini yeterince iyi kurduysanız ve ne siz iktidarınızın politikalarını sorgularsınız, ne sizin tahakkümünüz altında yaşamını sürdüren yönetim erkiyle doğmamış olanlar yaşadıklarını.
İktidarda olmayan için sorgulamak daha kolaydır, iktidarda olana göre. Değiştirmeye çalışmak için çaba harcamaya daha eğilimlidir çoğu zaman yönetilen yönetenle karşılaştırıldığında. Belki de bu yüzden kadınlar özel hayatlarını didik didik ediyorlar, sabah hangi eteği giysem yoksa etek giymesem mi derdinden başlayıp, aşık olduğunda neler hissettiğine kadar. Bu tür toplantılar ilk yapılmaya başlandığında tamamen farkında olmadan gelişir sohbetler, bir şekilde canı yanmış, yorulmuş kadınlar paylaşmaya başlar bir yerde. Sonradan bilinç yükseltme toplantıları adını alan bu dışarıdan bakıldığında anlamsız gevezelik toplantılarıyla, sistemi sorguluyorlar hiç ummadık yerlerden sistemin onları nasıl vurduğunu nasıl yalnız olmadıklarını keşfediyorlar. Yöntemlerini paylaşıyorlar başka kadınlarla, adına ister bilinç yükseltme toplantısı diyin, ister kadınların şu meşhur günlerinden biri. Hizmet ettiği nokta aynı iktidar ortağı olmayan iktidarın kirli silahlarını kullanmayan kadınlar için.

Kadınların ilk öğrendiği ölene kadar çalışmakta evlerinde, sonra okumayı öğrendiler, para kazanmayı az da olsa, emeğinin para ettiğini kabul ettirdiler ya da hala ettirmeye çalışıyorlar kendilerine ve topluma ve kadınlar artık konuşmayı öğreniyorlar.
Kadınlar artık toplumsal yaşamdan çekilmeyecekler, kadınlar artık kendi yaşamlarının sahibi ve hakimi olabilecekler, KADINLAR ARTIK SUSMAYACAKLAR.
bunun ne olduğunu hatırlayamadım ama:

Yaygın kanının aksine henüz Cumhuriyet doğmadan bu topraklarda kadınlar mücadelelerine başlamışlardı; elbette Nezihe Muhiddin’in, onun çağdaşlarının ve öncüllerinin çabaları ve talepleri şu anda kadın hareketinin bulunduğu yerden çok farklıydı. Ama geldiğimiz yerin çocuk da yaparım kariyer de reklam müzikleriyle bölünmesini, özgürlük taleplerimizin hala bedenimizin kime ait olduğu çerçevesinde dolaştırılmasını göz önüne alınca rehavete kapılmışız, işin ucunu bırakmışız ya da sesimizi hiç duyuramamışız sonucu çıkmıyor mu?

Seçme seçilme hakkını almışız almasına ama yaşamın süsü olmayı, erkeklerden sonra gelen olarak görülmeyi o kadar kabullenmiş olmalıyız ki, seçilen kadın milletvekillerimizin, çalışmalarından ya da yapabileceklerinden daha çok fönleri ya da giydikleri takımlar konuşuluyor. Erkekler temsil etmek ve yönetmek konusunda tartışılmaz bir üstünlüğe sahip olduklarından mıdır nedir yönetim kadrolarında kadın sayısı hep göstermelik oranlarda oluyor nedense. Ev işleri, iş yaşamı, olmazsa olmaz olarak sunulan kozmetik, giyim vs(genel olarak standart kadın dış görünüşü üretme sektörü) için harcanan zaman, çocuklar derken kadının ne zamanı ne gücü kalıyor demeyin. Kadın dediğin bir jonglör edasıyla her şeye yetişebilir, yetişmeli kariyer yapmak istiyorsa bedelini ödemeli. Kadın milletvekilleri en ateşli konuşmalarını, bırakın pozitif ayrımcılık, yeni hak talepleri, medya ve ders kitaplarında devam eden ve güçlendirilen geleneksel ayrımcı anlayışla mücadele etmek üzerine yapmayı, kadın hareketi açısından bakıldığında ancak bir oksimoron olabilecek “türban özgürlüğü” üzerine yapıyorlar, nedeni bu mu? Bedelini ödemiş olmak mı? Bedelini ödeyip Erk’e sahip olunca artık kadınları temsil etmiyor mu kadın?

Eşitlik anlamında şu anda bulunduğumuz yeri kabul edelim önce. Ev işleri ve çocuk bakımından sorumlu olmak, güzel görünmek, anlayışlı ve yumuşak başlı olmak, korunmaya muhtaç olmak ve bir erk’e ait olmak büyük bir çoğunluk için kadının soysal anlamda tanımlanmış ve kabul edilmiş özellikleri hala. Buna rağmen iş hayatına bulaşmaya cüret ederse/edebilirse kadının daha fazla çaba harcamak zorunda olması hala o kadar normal ki. Evet kadının cesaret göstermesi gerekiyor hala erkeklerin dünyasına dahil olmak için, bazen hayatına mal oluyor okumak istemesi bile. Hala çalışan kadın aldatır diyebiliyor, devletin din görevlisi büyük bir pervasızlıkla. Bütün vatandaşlarının eşit haklara sahip olmasını sağlamakla yükümlü olması gereken sosyal devletimiz ise zaten yetersiz miktarda olan düzenlemeleri, kadının aleyhine değiştirmek için elinden geleni yapıyor son zamanlarda.

İstihdamla başlayalım önce. Yeni istihdam paketinde sanki kadınlar bölünerek çoğalıyorlarmış gibi iş yerlerinin çalışan kadın sayısına bağlı olarak sağlaması zorunlu olan emzirme odaları ve kreşler kaldırılarak çalışan annelerden, ama yalnızca annelerden (erkeklerin çocuk bakımıyla ne işi olur değil mi?), %15 kesinti yapma tasarısından yapılan ayrımcılık nedeniyle değil devlete getireceği yük yüzünden vazgeçildi. Eşit işe eşit ücret mi o da ne, ücretli çalışanların kaçı bu zam oranıyla karşılaştı bu yıl? 2003–2007 yılları arasında istihdam artışımız % 1,1 görünürken, kadın istihdamı % 0,8 azalmış olsa da kadın işçiler için prim desteği “ayrımcılık” bahanesiyle paketten çıkartıldı. Ve tabii bazı kamu kurumlarına eleman alınırken erkek olma koşulunun aranmasını zaman zaman gündeme getirilebiliyor oysa tam tersine özel kuruluşların erkek olma koşulu aramalarının önlenmesi yasal olarak zorunlu değil mi?? Siz de bir eşitsizlik görmüyor musunuz? Fazlaca çelişkili değil mi olup biten?

Gelelim şu meşhur bol “S”li Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’na, SSGSS kadının eve ait olduğu anlayışının henüz kırılmamış olduğu dikkate alınarak yapılmış olan düzenlemelerle kazanılmış olan haklarını da kadının elinden alıyor. Çalıştırılmayan kadın, eşi ya da babası, artık tabii olduğu kimse onun primlerini ödeme lütfunda bulunmazsa, emeklilik hakkı zaten yoktu, sağlık güvencesine de sahip olmayacak. Anlayış ortada kadın eksik olduğu için korunmaya muhtaç, anayasa taslağına kadar girebildiğine göre birileri bu önermeyi yaşamın temeline alıyor olmalı. Kadın korunmaya muhtaç eksikli bir yaratık olarak çalışmak zorunda değil, hatta çalışmasa daha iyi bu anlayışa göre. Tabii bu arada bir ayrıntıyı atlamamak gerek, kendi yaşamını kazanamayan kadını koruyacak olan da başındaki erkek olmalı devlet korumadığına göre. Nasıl korunacağımızı açıklamalı mı: töre cinayetleri, okuması engellenen küçük yaşta zorla evlendirilen çocuklar? Sosyal devlet mi vatandaşlık dersinde adı geçmişti galiba?

Eh korunmaya muhtaç olan canlıların, elinin hamuruyla erkek işine karışması da abesle iştigal değil de nedir? Malum kadın teknolojiden anlamaz, erkek kadından emir almaz, mühendis olmak da ne demek? Tuhaf olmaz mı zaten bedenini ait olduğu erkek ve diğer kadınlar dışında kimseye göstermemekle yükümlü bir türün, korunmaya muhtaç olduğu için şartları uygun bir erkek tarafından dört tanesi birden koruma altına alınabilen bunun karşılığında ev içi işlerin sorumluluğunu alan yaşamın süsü olmakla yükümlü bir metanın erkek işine el atması? Ev temizliği, yemek yapımı, çocuk bakımı vs. kadının kullanım alanları oldukça belirli aslında ne işi var kadının şantiyede, toplantılarda? Karar mercii olmak kim kadın kim, modelleyeceği tek şey kızına dikeceği yeni etek, oğluna dikeceği pantolon olmalı? Evet kulağa abartılı geliyor, ama uzak değil. Ben çocukken bugün yaşadıklarımız da uzaktı.

Mühendis kadınlar zaten eşit şartlarda yarışmıyorlardı, ama acaba düzelmesi gereken şartlar daha da bozulacak mı? Bugün şeriata uygun örtünme özgürlüğü tartışılırken yarının talepleri ne olacak? Durumumuz zaten çok parlak değildi ama umarım bizden sonrakilerin derdi kendilerini koruyacak bir erkek bulmak için birbirleriyle rekabet etmek olmaz. Biz susuyoruz sessizliği başka talepler bozuyor ve gündeme alınıyor. Yoğun bir özgürlük, haksızlığa uğramışlık propagandasıyla, toplumsal yaşama yedirilen anlayış ve buna paralel yapılan değişiklikler çevremizi sardığında ya kaçacak yer kalmaz, sesimiz pek kullanılmamaktan kısılır, özgürlük ve ezilmek kavramlarının içi boşaldığında kullanacak kelimemiz, söyleyecek sözümüz kalmazsa.
eh madem eteğimdeki taşları gerçekten dökmeye karar verdim ve mızırdanmamdan gerçekten sıkıldım birzamanlar sanırım 2006 civarı fitnefücura yazdığımla yeniden başlayayım:

Aşkın varlığını ilk ne zaman kabul ettim ben? Yıllarca reddetttiğim, edebiyatın, müziğin, sinemanın kısaca nerdeyse çevremizdeki bütün sanat kollarının baş malzemesi olan aşkın, sonradan yaratılmış ve ululanmış bir ruh hali olduğu gerekçesinden ne zaman vazgeçtim? Onun öncesinde hep platoniklerim ya da bana ve karşımdakine yapılmış yakıştırmalar olmadı mı hayatımda? Ama bunlardan daha önemlisi burada asıl paylaşmak istediğim bir kız çocuğuyken de ergenlikle yetişkin bir kadına dönüştüğüm o en kafamın karışık olduğu dönemde de bu karşımdaki diye tanımladığım insanlar neden hep erkekler oldu? Ben hala aşkın tanımını yapamıyorum. Ama aşık olduğumu ilk farkettiğim, o kalp çarpıntılarını gözümü körleştiren enerji dolu ruh halini bana hissettiren bir erkekti yine. Peki ama niye?

Aşkı dostluktan ayıran ne? Cinsellik olmadan aşk olabiliyor mu? Hadi oluyor diyelim, o zaman niye bazıları dostum bazıları aşkım? Aşkım olan benim “karşı cinsimden” olmak zorunda mı? Beni her gördüğümde mutlu eden, bana enerji veren yalnızca varlığıyla bile kendimi güçlü hissettiren kadınlar; görmediğim zaman özlediğim, başkalarıyla benden daha yakın olmasını kıskanacak kadar sahiplendiğim kadınlar, hani şu dosttan da öte olduğum kadınlar, onlar kim? Ataerkil sistemin şımartıp tepeme çıkardığı; birçoğunun kendileriyle ve bizimle, cinsiyetlerinin onlara sağladığı ayrıcalıklı yaşamsal “haklar” yüzünden, ciddi problemleri olan erkekler niye benim sevgilim aşkım oluyor, niye onlarla olan birlikteliğim normal olan? Bir kadın olarak doğuştan mazoşist miyim? Çok daha duyarlı ve sevecen olan, beni çok daha iyi anlayan kadınlarla beraber olmak, bir kadının sevgililiği çok daha tatmin edici bir ilişki sağlamaz mı bana?

Yukarıdaki sorulara, olumsuz yanıtlar veremiyorum, ben bir feministim ve kadınları çok seviyorum, sistemin kadınlara yüklediği, daha doğrusu yapıştırdığı, birçok özelliğin hayatta kalmak için geliştirilmiş olduğunu, abartılmış olduğunu biliyorum. Kendini güvende hisseden, aşık olduğu için gözleri kör olan, zırhını kaldıran kadının yaşadığı hayal kırıklıkları, karşılaştığı şiddet sonunda her seferinde silahlarını daha da güçlendirdiğini biliyorum. Bu durumda benim aklıma cinsellik geliyor? Ne de olsa normal olan erkekleri sevmem, değil mi? İyi de ben cinsel uyarıyı ilk kendi bedenimde hissetmedim mi? Mastürbasyon yaparken kendi bedenimi kullanmıyor muyum? Cinsellik sırasında karşındakinin bedenini tanımanın ne kadar değerli olduğunu bilmiyor muyum? Erkeklerin o çok sevdiğim ön sevişmeyi, okşamayı o asıl bir olma halini es geçmeleri, başlarından savmaları gereken bir angarya olarak görmeleri gibi bir sorun da yok mu, hani şu sık karşılaşılan? Ya da daha sık karşılaşılan ereksiyon ve boşalma sorunları? Kabul edelim, bu adamların çoğu siz daha ne olduğunu anlamadan “kendi işlerini”(?) bitiriyor, 5 dakika mı 3 dakika mı ortalama? Tabii bu arada olur da dakika sınırına bile ulaşamadıysa, size de küsebilir, aman dikkat! Bu amcaların performanslarını değerlendirmek biz eksik etek teyzelere kalmadı di’mi? Ne haddimize? Zaten çok ayıp, bulduğumuzla yetinmeliyiz!?! Ve bu arada kadın sevişmelerinin tatmin ediciliği konusuna hiç girmeyeceğim. Ben hala erkekler de erkekler diye niye tutturduğumu anlamaya ve “normal” olanın geçerliliğini kendime ispatlamaya çalışıyorum.

İşin gerçeği çok uzun zamandır kafamı kurcalayan bir mesele bu, kafamın çalıştığını biliyorum; sosyal normların, dayatmaların her zaman doğru ve tartışmasız kabul edilebilir olmadığını biliyorum. En azından erkeğin benim üzerimde hak sahibi olduğu, benden üstün olduğu, benim bedenim ve yaşamım üzerinde benden daha çok söz sahibi olduğu saçmalıklarını aşabildim. Bir kadının bir kadına, ya da bir erkeğin bir erkeğe ne güzel aşık olduğunu, nasıl güzel ve sağlıklı ilişkiler yaşadıklarını görüyorum. Elbette bütün ilişkiler gibi kendi içlerindeki kavgaları, kişisel sorunlardan kaynaklanan sürtüşmeleri, aşk bitince yaşanan gerginlikleriyle bildiğimiz ilişkiler. Tabii çok sağlıksız olanları da var, her tür insan ilişkisi modelinde olduğu gibi. Ama benim derdim bu değil Benim derdim ben niye kadınları kendimden uzak tutuyorum. Bu insanları özel kılan herhangi bir şey yok, ben niye erkeklerle yetinmek zorunda kalıyorum? O çok sevdiğim kadınların aşkından kendimi niye mahrum bırakıyorum? Eşcinsellere çok yoğun bir şekilde uygulanan şiddet aslında kendini heteroseksüel olarak tanımlayanlara da farklı bir boyutta uygulanmıyor mu? Belki de hayatımızın aşkını, bize yaşamımızın en mutlu zamanlarını yaşatacak olan ilişkileri; yanlış, yasak, sapıkça dendiği için elimizin tersiyle itiyoruz. Ve bunu yaşayabilen, bu kafaları özgür, cesur insanlara da sırf hasedimizden dünyayı dar ediyoruz. Zavallı biz! Kesinlikle homofobik değilim diyenlerimiz bile hemen ardından, saygı duyuyorum ama ben heteroseksüelim diye ekliyoruz. İyi de nerden biliyoruz? Hiç sorguladık mı ki? Bize söylendi, biz de kabul ettik: Biz kadınların berdeli, namus cinayetlerini, erkeğin bizi dövebileceğini, eksik olduğumuzu, yetersiz olduğumuzu kabul ettiğimiz gibi; eğitim almamız gerekmediğini kabul ettiğimiz gibi; kısacası bir sürü saçmalığı nedenini düşünmeden doğal bir süreçmişçesine kabul ettiğimiz gibi. Bir kadın olarak hala düşünüyorum, neden yalnızca erkekler? Ve hala tatmin edici bir yanıt bulamadım.